/

Bir roman yazsam adı ne olurdu

23 mins read
1

Hemen oraya, merdiven ağzına dizlerini katlayarak; alaturka tuvalete çömer gibi duran dilencinin yere serdiği kartonda “kırılacak eşya” simgesi var. Kaç zamandır kullanılmaktan üzerine sıvanan kraft kağıdın yırtılmasıyla ortaya çıkan karton olukların üzerinde ise ayakkabı izleri… Yanında duran köpeğin sarkık dili ile dilencinin uzattığı eli sahneyi tamamlıyor; tam olgunlaşmış bir duruş “bize para ver” diyen…
Elimi cebime götürmeden yanından geçiyorum görmemezlikten gelerek. Genellikle dilencilere para vermem, çok nadir verdiğim. Metroya doğru ilerliyorum… Kenarda kurulu olan, -gördüğüm ilk günden beri oraya neden yapıldığını ise anlayamadığım- ucube bir çocuk oyun alanın sağından geçerken su satıcısının, susamış olma halimi anlar gibi gözlerime bakışını geri çevir mi yorum.
Bir su; bir lira…
Adamın üzerinde güneşten kurumuş terin izlerini taşıyan soluk, beyaz bir gömlek var. Cebin hemen üzerinde mavi renklerle yazılmış güvenlik yazısı… Adam gömleği bir güvenlikçiden almış yahut araklamış… ama sanmam… Gömleğin katlı kollarının kenarından ince ipler sarkıyor.
Su, metronun yürüyen merdivenlerine geldiğimde biter gibi oluyor… Aşağı iniyorum. Uzun metro koridorunun hemen baş tarafında… bir kaç dakikanın ardından gelen metroya biniyorum. İçerisi kalabalık. İranlı turistler var. Sanırım bunlar hava limanına gidiyorlar, ekonomik durumları iyi olanlardan. Tüccar olmalılar çünkü kullandıkları valizler birinci sınıf ve tıka basa dolu. Aileleri ile onların hem gezi hem ticaret için gelme ihtimali yüksek tabi muhalif kaçaklardan değillerse… Kapının hemen önünde duran beyaz kulaklıklı kız bana bakıyor. En fazla yirmili yaşlarda. Sağında duran kısa pantolon ve askılı penyeli kadın, bu kısa, anlık -kendi adıma gayri ihtiyari- bakışmadan rahatsız oluyor. Korkuyor ya da kadın sapık…
-Keşke otobüse binseydim…
bitti….

Başlığı olmayan hikaye

Kaşığın ucunda duran mercimek taneleri dökülmeden ağzına götürmek için gösterdiği çabanın ne kadar yorucu olduğunu görebiliyorum. Elinde başlayan titreme birazdan bütün vücuduna dağılacak. Yaşlılıkla birlikte başlayan parkinson rahatsızlığı kullandığı ilaçlarla bir miktar kontrol altına alınmış olsa da nihayetinde ölümünün bundan geleceğini biliyor. Bir iki mercimek tanesi düştü.. 
Lokmalarını yavaşça, kendi ritmini bozmadan ağzına götürüyor. Titremeler sinir sistemini yorduğundan yediği yemeğin tadına varamıyor olmalı…
-Bıktım artık… Bu hastalık bütün yaşam enerjimi bitirdi. İçimi kemiren bir kurt gibi kimi zaman bir fare.. Rüyalarımda sağımı solumu kemiren hatta karnımın içinde dolaşan fareler görüyorum.
-Rüyalarını hatırlaman iyi… Hafızan kimi şeyleri geriye doğru ketmetmiyor demek. Biraz ciğerlerini dinlemem lazım bakalım soğuk algınlığıyla ciğerlerinin arası nasıl… doktor kısa bir muayene ile bitiriyor işini…
Camın kenarında duran etejerin üzerindeki sürahi, ziyarete gelen misafirlerin getirdiği çiceklerin kopan yapraklarıyla dolu. Sürahiye takılan gözlerimi yakaladı
-Ellerimin titrediği günden beri su içmekten nefret eder oldum… Hizmetli hemşirenin getirdiği ağzı dar mataradan içiyorum. Şu içebilmek için; o kadına ayda beş bin lira para ödüyorum. Sadece su içebilmek için!
-Yaşlılık… O kadar paran var… Verdiğin paranın ne önemi var. Önemli olan sağlığın.
-Sağlığım… evet sağlığım ama bir daha gelmeyecek olan bir sağlık bu. Gelemeyecek olduğu için ödüyorum o parayı. Doktorlara, hastanelere….
Kapı üzerine takılmış olan küçük çandan ses geliyor, içeri girildiğinde.. Kendisi istemiş kapının açıldığını fark edebilmek için. İçeriye giren hemşirenin elinde tansiyon aleti. Ölçmek için izin istiyor. Yatağın başında oturmanın bende gerginlik oluşturduğunu; istenen izinle farkediyorum.
-Kalkayım…
-Rahatsız olmayın…
İmamı, kinaye mi yoksa gerçekten rahatsız olmamı istemiyor mu anlamıyorum
-Rica ederim buyrun…
Hemşire tansiyonunu ölçüyor. Büyük biraz yükselmiş diyor…
-Şekeriniz normal ama bu tansiyon neden bu saatlerde yükseliyor. Doktor bey bu durumla ilgili bir şey söylemiyor mu? Oysa ben üç gündür bu durumunuzu rapor ediyorum.
-Doktor… Kim doktor.
– Doktorunuz, Tahsin bey…
-Öyle mi…
“İlk unutma, hafıza kaybı bu!’ diyerek bana bakıyor ve doktoru arıyor…
-İlk defa ilk defa birini hatırlamadı… Doktor bey, sizi sizi hatırlamadı…
Hemşire panikte…
Oysa ben….
Çoğu şeyi unutuyorum…
Bitti..

Kalk gidelim mesai başlar..

-Geçen cuma seni aradım ama telefona bakmadın. 
-Telefona bakacak moralde değildim. İş yerinden ayrılmayı düşünüyorum… Çevremdekilerin olur olmaz sorunlarını iş yerine taşıyarak oluşturdukları stresli hava yetmiyormuş gibi şu tuhaf cemaat dindarlarının bulundukları her ortamı cami, mescid gibi vaaz alanı olarak kullanıyor olmaları sahiden artık çekilmez bir duruma geldi. Hele de o uzun saçlı, kent öykünmecili yobaza hiç tahammül edemiyorum. Eskiden bunlar kumaş pantolonlu, kısa saçlı, bıyıklı halleriyle daha çekilir oluyorlardı. Şimdikiler; lastikli uzun saçları, kot pantolon ve kirli sakallarıyla sonradan yetme zamparalara benziyorlar.
-Cemaat dedin de onların üzerilerine gidileceği söyleniyor. Durmuyorlarmış, her işe burunlarını sokuyorlamış. İktidar rahatsızmış bu durumdan.
-Batsınlar, daha kötü olsunlar! Nasıl olsa bizim ulusalcılar bu işe çoktan hevesliler. Yakında bombayı patlatırlar. Ha hahahaa hay!…
-Gülme, allasen… Olan bizim gibilere olacak.
-Bana bir şey olmaz, kaybedecek bir şeyim yok… Aha şimdi de işi bırakıyorum zaten… Çay gönder Mustafa abi!
Yanımızda oturan eşcinselleri görüyor musun? Bunları ‘ibne’ diyerek aşağılıyorlar. İnan, bunlar daha namuslu insanlar. Ben bunu artık çok yakından biliyorum. Akşam onlardan biri yanıma geldi.
-Sen sofu musun?” dedi.
-Ne alaka?” dedim.
-Bardağı tutuşundan… Bardağı çok sıkmıyorsun sanki bardak elinde incinecek gibi…-
-Ha ha ha! Ne güzel attın yahu! Bardağı incitmeden tutmakla sofuluğumu anladın, helal!
-Ben anlarım. Tekkelerde büyümüş biriyim. Hep böyle değildik…
-“Böyle değildik.” deyince bana iltifat etmiş oluyorsun öyle mi? Sofu olduğum için. İyi o zaman, sana bir çay ısmarlayayım.
-Benden olsun!
-Ben, senin çayını içmem! İçiyorsan benden…
-Ha haaa haaa! Tamam, sen kesin tekkecisin. Öyle olsun…
Biraz oturduk. Kalkarken;
-Beni nasıl buldun? dedi.
-Seni bişe bulmadım, insan buldum. Nasıl bulmam lazım ki?
Ulan şimdi muhabbet olmadık bir yere sürüklenir tedirginliği…
-Ya, korkma! Tam ben de senin düşündüğün gibi yani bizde insanız değil mi? Onun için sordum.
-Kesinlikle, dedim.
İşte şimdi içinde yaşadığımız düzen tam buraya doğru gidiyor. Bir gün hepimiz bu ülkede ibne olacağız.
Kalk gidelim mesai başlar..
Bitti…


-Aaaa osurdu bir terbiyesiz -Çabuk çabuuk, ortalık kokuya sarmadan otobüsten inmemiz lazım! -Yok ayol ne ineceğiz… Allah bilir otobüste kaçı bunu yapıyor. Birazdan geçer sinirlenme. Durakta in sonra başka otobüse bin… Hem nereden bileceğiz diğer otobüste de başımıza aynısı gelmeyecek. Geçer geçer birazdan… -Yahu bu insanlar da bir tutamazlar mı(?) yani. Ne var evladım biraz beklesen. Ortalığı gaz kaçağına çevirmesen. -Burnuna koku geliyor mu benimki ne gelmiyor… -Gelmez olur mu hem de nasıl… Tam sağımdan geldi şimdi önümde… -Hay senin Allah canın almasın emi… ki kiii -Geçen doktora gittim; “Doktor bey, yemeklerden yarım saat sonra artık çok fazla geğirmeler yaşıyorum.”dedim. -Yaşlılık, Makbule Hanım, Sindirim sorunları yaşamanız normal. Bir de yemekleri hızlıca yemeyin, iyice çiğneyerek yutun. Ne yazık ki insanımızın çoğu bu hızlı yeme alışkanlığını terketmiyor.”dedi. -Senin doktor iyi biri. -Hangi benim doktor ayol. Benim özel doktorum mu var… Randevu alıp gidiyorum, karşıma kim çıkarsa. Meral, halen böyle düşünmeden sanki avrupalarda yaşıyoruz gibi cümleler kuruyorsun. Kız, okulda da böyleydin sen… -Geçti mi? -Hım… geçte geçti. -Bak gördün m birazdan geçer dedim. Lafa daldık unuttuk bile… -Üç durak sonra ineceğiz zaten. Hikayenin devamında Makbule hanım ile Meral Hanım üç durak sonra indiler. Yaşlılık artık onları ayrılmaz iki dost haline getirmişti. Makbule, Meraldan iki yaş büyüktü ve ondan biraz daha kiloluydu.. Makbule, romanın kahramanı Yavuz’un annesi. Meral teyze ise gelecekte; Yavuz’un ikinci kaynanası olacak. Roman mı(?) daha konusu belli değil… Bitti….

Sevgili Pirmegon…

Sabah…
Sevgili Pirmegon… Umarım sana yazdığım mektupları okuyorsundur. Tamam bana cevap yazmanı istemediğimi söylesem de merak ediyorum işte… Okumuyorsan üzülürüm hatta çok çok… İnsan dua ederken tanrının kendisini dinlediğine inanıyor. Görmediğim bir tanrının beni dinlediğine inanıyorum senin de okuduğuna… Dinliyor mudur sahiden… Dinliyordur diye düşünüyorum… Dinlemese bu kadar milyarlarca insan dua eder mi hiç.

Biliyorum sen ateistsin, bu konulara tepkilisin. Hatta dua etmenin kendi gerçeğimizden kaçmak olduğunu söylüyorsun. Olsun belki de insan kendi gerçeğinden kaçtıkça mutludur, Pirmegon. Sahi sen ne kadar gerçeksin…
Geçen bi sohbet sırasında aklıma geldi; neden gerçekle bir türlü aramın iyi olmadığını oradakilere anlatmak. Gerçeğin, gerçek denilen şeylerin egemenlik alanını belirlemek için bir araç, yöntem olduğunu düşünürüm. Bana ekonominin, bankacılığın, üretimin, tüketimin hep bir gerçek ve rasyonel yönü olduğunu anlattılar. Bu arada yazmadan geçmeyeyim ben bankacılık ve dünya bankacılığı üzerine doktora yaptım. Ama 

doğrusu hiç bankacılık yapmadım. Senin de bankacılık konusunda çok şey bildiğini sanmıyorum. O nedenle bankacılığı sana anlatmayacağım. Dünyada bankanın neden var olduğunu paranın nasıl kontrol edilmesi gerektiği gibi konuları ise asla…

Sana ne anlatacağımı bilmiyorum aslında. Canım sıkılıyordu iki muhabbet etmek için bunları yazdım. Bence sen tam bir öküzsün! ama olsun iyi biri olabilirsin. Öküzlerin de iyi biri olacağına inanıyorum.
Gönderdiğim mektupları oku yoksa sana küserim
bitti…

Balkondan atılan oyuncak ayı

Adam, ileride duracak olan arabanın sağa yanaşmak için verdiği sinyali gördüğünde arkasından koşarak gelen gencin yorgun nefesini işitti… balkondan atılan oyuncak ayının kafasına düşeceğini ise elbette bilemezdi.
Genç; “Abii!” dediğinde olan olmuş, balkondaki çocuğun attığı ayı kafasına konmuştu. İlk önce hafif bir sendeledi şaşkınlıktan. Tamam, canı fazla acımamıştı ama insanın yolda yürürken başına düşecek en kötü şey; kuş pisliğidir ona da “Başına devlet kuşu konacak.” denir. Ayı düşünce peki?
-Ayı düştü derler…
-Haklısın…
Yavuz, otobüs durağında sabah saatlerinde karşılaştığı bu muzip olayı, yıllardır muhalif olduğu iktidarın, toplumun başına bir ayı gibi düştüğüne benzetmeye çalışıyordu. Yanındaki arkadaşı ise mağaza müdürünün verdiği siparişleri paketlemeye…
yirmi altı yaşında bir gencin bu kadar politik olmasını, kırk yedi yaşında ve halen mağazada tezgahtarlık yapan Nusret anlayamıyordu.
-Nusret abi, senin burada gençliğinden beri tezgahtar olarak çalışmanın nedeni; devlet, siyaset, iktidar… Sigortan yatmaz, maaşını zamanında alamazsın, bir evin araban olmaz.. Kimse bunu gelip sormaz…
– Öyle deme Yavuz, biz okumadık vakti zamanında…
-Nusret abi, her insan okumak zorunda mı(?) asgari seviyede insanca yaşamak için. Abi bak, insanca yaşamak için sadece belli başlı standartlarda yaşamak için illahim Üniversite mi bitirmeliyiz. Yani senin hayattan çok mu beklentin var. Elbette hayır… Zamanı geldiğinde bir emekli maaşı, bir ev hadi en fazla bir araban olsun istiyorsun. Yahu bunu elde etmek için üniversitelere mi gitmek lazım…
-Haklısın ama bu ülkede böyle Yavuz. Ya kabul edeceksin ya da…
Bitti..

Bir gece gökyüzünde bir ışık görüldü

Akşam vakti… Ağaca asılı beyaz elektrik kablosuna takılı lambanın aydınlığında, dökme betondan yapılmış bahçe yolundan geçerek ve geç kalmış olmanın gerginliğiyle önünde durduğu merdivende bitiremediği sigaradan iki fırt daha çekti…. Kapının tokmağını hızlıca çaldı. Ahşap kapının iple bağlanmış olan kilidi açıldığında asma kat merdiveninden ” Kim O” diye bir ses geldi
-Ben Yavuz!
Kapıyı acan Sanem, “Kapının kilidini takmayı unutma!” diye seslendi.
“Gecenin bu vakti nerelerdeydin!” azarı annesi Makbule’den yükseliyordu…
1979’un karanlık vakitleri… Sokaklarda birbirini avlayan sağcı-solcu gençlerin evlerine vakitsiz geldiği zamanlar…

Makbule hanım Yavuz’un başına bir şeylerin gelmesiden çok korkuyordu. Tamam oğlunun böyle kavgalarla işi olmadığını biliyordu ama zaman kötü zamandı…
Yavuz, Akşam lisesine giyordu. Eski zenginlerden, Yeşilyurtlu Mehmet amcanın konağının hizmetliler için yapılan zemin kattaki iki odalı yeri ailecek kiralamışlardı. Konağın avlusuna bakan bahçenin yan tarafında ise tek katlı evi sendikacı Ali ve ailesi kiralamıştı.
Mehmet amca İstanbul’a eşinin yanına gitmişti. Yaşlı adam, kış geldiğinde İstanbul’a; eşinin ve çocuklarının yanı gidiyordu. Yazın ise tek yer vardı onun için, Malatya…. Kışın konağa göz kulak olsun diye Ali beyi tembihlemişti…
Yavuz gündüzleri bir mağazada çalışıyordu. Babası seyyar arabada sahlep satıyordu…

Bir gece…

Bir gece ansızın gökyüzünde bir ışık görüldü. Yavuz kayboldu…
Bitti…

 

Hayati Esen

In 2005, he published his first book "Why Sufism". Then in 2012, he published essays on theology, politics and art in various magazines and newspapers. In 2014, he founded the website fikrikadim. The website is published in Turkish and English. In 2023, he wrote a post-truth novel called "Pis Roman". He still publishes his articles on fikrikadim.

1 Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published.

Comment moderation is enabled. Your comment may take some time to appear.