Adorno’yu yazmak bana düşmez ya

11 mins read

Yazmayalı çok oldu. Çünkü kalemimiz çatladı, mürekkebimiz kurudu, zihnimiz allak bullak oldu. Bir felaketin tam ortasından geçtik. Acilde kan kaybeden hasta varken manikür, pedikür yapılır mı? Tam böyle midir, bilmiyorum ama ben öyle hissettim. Öldük, yaralandık hem de can evimizden. Kanamanın durduğundan da emin değilim, Allah, “belanın da, felaketin de hayırlısını versin” diyesim geliyor. Senden olanın sana dönmesi; içinden çıkanın sana ihaneti “olur böyle şeyler” denilerek geçiştirilecek, yenilir, yutulur, hazmedilir şeyler değil. Kendi adıma bunun halis muhlis yerli malı, hakiki bir köy yumurtası gibi hakiki yerli bir kalkışma olduğunu asla düşünmüyorum.

Tarihimize, içimizi paralayan en olmaz olaylardan biri olarak geçecek! “Fesad”a tanıklık etme bahtsızlığını yaşamak, kolay atlatılacak bir travma değildir. Bu travmanın sadece psikolojik değil; sosyal, ahlaki, ekonomik ve politik boyutları da var. Uzmanlarımız bütün bunları tahlil etmekteler… Üzücü olan bu tartışmaların önemli kısmının “havanda su dövmek” ile malul olması. Diğer bir tabirle; ortaya konuşuyoruz. Çoğu kez harc-ı alem malumatın ötesine geçmeyen ya taraftarlık ya da düşmanlık saikiyle yapılan güya tanılar, tanımlamalar. Bunlar zaman zaman işleri daha da karmaşık hale getiriyor gibi. Dostluk ve düşmanlık, öfke ve muhabbet sınırları belirsizleşiyor. Sokaktaki vatandaşın bütün bu tartışmalardan anladığı şey “şehit olmaya” hazır olmak. Oysa bu işin en son noktasıdır. Neler olup bittiği konusunda fazla bir bilgi sahibi değil çünkü. Umarım işin ehli olanlar zihnimizi berraklaştıracak, kimden yana, nasıl ve ne kadar tepki göstereceğimize ilişkin daha net açıklamalar yaparlar. Kocaman bir parantez oldu bu giriş. Hani “içimden hiçbir şey yazmak ya da konuşmak gelmiyor” deriz ya bazen, işte tam öyle bir moddayım. Şimdi biri çıkıp “Bunca derdin belanın ortasında bize ne Adorno’dan!” derse, haksız mıdır? Ben olsam derim. Benim ki bir tür sedatif alma girişimi. Hekim hekim dolaşan hastanın, belki şifa olur diye en olmadık yöntemleri denemesi gibi birşey. Kaldı ki Adorno’yu yazmak bana düşmez. Abartısız bir yığın marifeti olan bir adam; felsefeci, müzikolog, sosyolog, bestekar… Bence çağımızı anlamak için, ilaç niyetine okumakta yarar var. Yaraya parmak basmada uzman. Hastalığımıza, perişanlığımıza, pejmurdeliğimize reçete yazıp elimize vermiyor ama tanı koyması, işaretlemesi bizi rahatlatıyor. Sancılarımızın kaynağını anladığımızda acımız devam etse de, tahammülümüz artar. Adorno’yu okumak bana öyle bir rahatlık veriyor.

Modern insanın/hayatın açmazlarını, engellerini, tuzaklarını gayet iyi gören ve çekinmeden ifade eden bir insan. Yazdığı her cümlede hakikat, her tespitte isabet aramak gibi bir kaygımız yok; “Adorno varsa gam yok” demiyoruz. “Canım şu filozoflardan ne hayır gördük.” deyip bir kenara da atmayalım. “Çoğaltmak eksiltmektir/eksilmektir” diyen Adorno’yu seviyorum. Nasıl da “cuk” diye oturuyor bunalımlarımızın ortasına. Adorno’nun marksist ya da faşist olması umurumda değil. Üzerinde bir çuval dolusu konuşabilir miyiz bu sözün? Tabii ki(!) daha fazlasını da. Şu fabrikaların kapısına bu sözden birer tane assak ne iyi olur. Nesneyi çoğaltarak kendimizi azaltmakla kalmıyor, dünyamızı da alabildiğine daraltıyoruz. Kendimizi köşeye, daha köşeye sıkıştırıyoruz. Doğal halde birer süs, varlık zincirinin bir elemanı iken, kitlesel üretim/tüketim mekanizmasına malzeme yaparak dünyayı her gün biraz daha çöplük haline getirmiyor muyuz?

Adorno karamsar adamdı. Olması için yeterince nedeni vardı. O karamsardı da siz niye bu kadar iyimsersiniz sahi? Anlatın biz de bilelim. Çağın teknolojik nimetleriyle başı dönen biz çağdaşlar, gelecek nesillere ne bırakıyoruz? Gökdelenler mi? Ama sizin bir eviniz bile yok. Var mı dediniz? Emin misiniz? Sahip olduğunuz ev değil daha çok bir gayri menkul olmasın.

Kayda değer saptamalarından biri de kendi hayatımızın öznesi olmaktan giderek uzaklaştığımızdır. Bunu hepimiz bir şekilde hissediyor ve yaşıyoruz. Adını Adorno gibi koyamasak da, bizi alıp götüren bir atmosferde yaşadığımızın farkındayız. Hani, “bizi biz yapan tercihlerimizdir” deriz ya, mevcut koşullarda kişiliğimizi oluşturan öğelerin ne kadarı tercihimiz, ne kadarı zorlandığımız tercihler, durup düşünmek lazım. Gönül rahatlığıyla, “Bütün tercihleri özgür irademle kendim yaptım.” diyenlere ne mutlu. Kendimi bu kadar yürekli hissetmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. “Meta fetişizmi” çoğumuzu esir aldı. Varolmayı tüketime endeksleyen bir hayat tarzı sürdürüyoruz. İhtiyaç fazlası ne çok ihtiyacımız var? Alışverişin zaruri bir eylem olmaktan çıkıp, bir rituele dönüştüğü epeyce bir zamandır yazılıp çizilmektedir. Ne yazık ki bu uyarıların tüketim alışkanlıklarımız üzerinde pek de etkili olmadığını görüyoruz. Tam aksine kaynaklarımızı bir an önce yok etmek için yarışıyoruz.

Adorno’nun kadın konusunda söylediklerinden de bir çoğumuz habersiz… Yıllardır aşina olduğumuz, bazen farklı bazen benzer biçimde dile getirdiğimiz saptamalardır bunlar. Modern kadının fetiş karakterinden sözeder.  Kapitalizmin meta’yı farklı biçimlerde kullandığını ve kadınların bunun bir parçası olduğunu ileri sürer.

Kapitalizmin azgınlaşması, kadını alışveriş ve moda “çılgınlığına” sürüklemiştir.  Bu da frijitliğe kadar giden bir meta fetişizmiyle sonuçlanmıştır. Kapitalizmin herşeyden önce çekici olmasını telkin ettiği genç kız için makyajının eksik olması, çorabının kaçması, kilolu görünmesi ciddi bir anksiyete nedenidir. Erkeklerin de giderek bu şablon içinde hareket ettikleri, hem metalaştkları hem de sadık birer meta tüketicisi oldukları söylenmelidir. Günümüz insanı özgürlüğü elinden alınmış ama özgür olduğu duygusu pompalanan bir zavallıdır. Korku ve tatmin, sadakat ve ödül, erkeklik gösterileri ve iktidar arasında kalmıştır. Güya rasyonelligi savunurken iktidarın kendisine sunduklarına boyun eğerek çocuksu hale getirilir ve irrasyonelleşir. Çağdaş insanın ve yaşadığı hayatın zorluğunu, çelişkilerini, sathiliğini abartmadan olduğu gibi resmetmesi biz okuyuculara güven verir, bu da ona yakınlık duymanızı sağlar. Bir ara vaktiniz olduğunda bir iki bukle Adorno okumak iyi gelebilir.

NOT: Bu yazı Adorno’yu anlatmaktan çok onu hatırlatma amacıyla yazıldı. Umarım işe yarar

 

 

Hasan Boynukara

Hasan Boynukara