//

10 Kasım artık Muhafazakârlar için de bir anma günü olur mu?

33 mins read

Bugün 10 Kasım… 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte din ve devlet ilişkileri ciddi şekilde sorgulanır oldu. Mustafa Kemal’in ve onun arkadaşları Cumhuriyet kadrolarının haklı olduğu, laikliğin ne kadar önemli olduğuna dair konuşmalar yapıldı. Osmanlı’nın son zamanlarında din- devlet ilişkilerinden çok çekmiş bir neslin, laiklik ısrarında ne kadar isabetli davrandığı vurgulandı. 10 Kasım artık muhafazakârlar için de bir anma günü olur mu?

Muhafazakar siyaset, pratikte 15 Temmuz ile içine düştüğü açmazdan çıkabilmek için “Cumhuriyet’in değerleri” ile bütünleşme yönünde bir pragmatizme evriliyor. Lakin bu evrilme sürecinin 15 Temmuz’da başladığını söylemek yanlış olur.

O zaman ne kadar geriye gitmeliyiz?

Yani abartıp “Dünya ateşten bir toptu.” diye her şeyin kökenine inmek iddiası da ;17-25 Aralık gibi bir adım, bir gıdım geriye gitmek de makul değil.

Peki, bu evrilme sürecinin makul arka planını nereden başlatmalı?

Öncelikle bir şeyi netleştirelim: Söz konusu evrilme sürecini kim ya da ne açısından açısından inceliyoruz? Bu evrilme sürecini AK Parti, daha daraltacak olursak parti eliti, hükümet ya da bizatihi Tayyip Erdoğan’ın politik kariyeri açısından mı ele alacağız; yoksa mesela muhafazakâr kesim, AK Parti seçmeni gibi daha geniş bir çevre açısından mı? Bana kalırsa meseleyi muhafazakâr kesim açısından ele almak, problem açısından daha makul bir çerçeve çizmek olur.

Şimdi, bu çerçeveden bakacak olursak zihinlerdeki uzak referans noktası, 28 Şubat olarak karşımıza çıkıyor. 28 Şubat dönemi ve uygulamaları, muhafazakâr kesimi sadece mağdur etmekle kalmadı, aynı zamanda travmatik koşullarda bir ortantasyon değişiminin de başlangıcı oldu. Bugün 15 Temmuz akabinde muhafazakâr kesimde Cumhuriyet konusunda uç veren ve en azından retorik düzeyde ifadesi aleniyet arz eden evrilme süreci, 28 Şubat’la başlamış bir süreçtir. 28 Şubat, muhafazakâr kesime, “yoluna böyle devam edemeyeceği” konusundaki bir meydan okumaydı. 28 Şubat’ın aktörlerine kalsa muhafazakâr kesimin görünürlüğünü toptan ortadan kaldırmak ve “10 Yıl Baloları”nın mutlu Cumhuriyet görüntülerini tüm topluma yaymak gerekiyordu. Muhafazakâr kesim, bunun bir hayat-memât meselesi olduğunu kavradığında, hayatı seçti ve kıstırıldığı köşeden sürgün edilmek istediği yeraltına razı olmak yerine, resti görerek kolları sıvadı. AK Parti, resti görmüş muhafazakâr siyaset elitinin geniş bir uzlaşma arayışının ifadesiydi. Bunun için önce kendi içinde, 28 Şubat’ın asla razı olmadığı “eski vitrin”de tadilatına gidilerek bir “Yenilikçiler Hareketi” ile vitrine yeni bir şey konulması cihetine gidildi. Sonradan Tayyip Erdoğan’ın “Milli Görüş Gömleği’ni çıkardık.” veciz ifadesiyle dile dökülen şey buydu. Bu “gömlek değişimi”nin daha da geri götürülebileceği ve mesela ilk olarak Refap Partisi’nin “Âdil Düzen” söylemiyle yerel iktidarı hedefleyerek bu adımı attığı görüşünde olanlar da vardır. Lakin “dünya ateşten bir toptu” noktasına geri dönmeyelim.

Evet, geri dönmeyelim. Sanırım evrilme sürecinin 28 Şubat sonrasında AK Parti iktidarları boyunca devam ettiğini kastediyorsunuz. Bu kısmı biraz özetleyecek olursanız neler söylenebilir?

Uzun AK Parti iktidarı, Milli Görüş gömleğini çıkardığını beyan eden yani İslamcılığın politik bagajını sırtından indirerek pragmatik siyaset yolculuğuna devam kararı alan parti elitlerini, “muhalif bir siyasî kadro” olmaktan çıkarak iktidara yürüyen bir elit olarak yeniden dizayn etti. AK Parti kadroları, zamanla kudreti talep etmekle kalmayıp sahiplenen bir iktidar eliti olmaya doğru dönüştü. Elitin bu dönüşüm sürecine paralel olarak “mağdur Anadolu insanı”nın da devletle yeniden kucaklaşması yönünde politik bir çıktı üreten adımlar atıldı. Buna ilaveten özellikle yerel yönetimlerde, “devlet kudretinin kendi şehrine yabancılaştırdığı dışlanmış halk kesimleri” şehrin ekonomik pastasından cirmine göre pay alan bir paydaş konumuna transfer oldu.

Kaba bir özet yapmamız gerekirse: Evet, bu uzun evrilme süreci boyunca AK Parti’de tecessüm eden muhafazakâr ruh, önce iktidar ile sonra devlet kudreti ile en nihayet de, devletin asıl ruhu ve Cumhuriyet’in kritik temeli olan laiklikle bütünleşerek nihayet 1930’ların haklılığını kabullenmiş bir dindar siyaset zihniyetine doğru savrulmuş oldu.

Yeni bir “CHP” ortaya çıktı diyebilir miyiz. Hem de yıllarca muhalefet edenler tarafından… Hatta canlarını verdikleri bir muhalif tutum içinde olanlardan…

Bunu söylemek halen kolay değil. Ama işin şu tarafı çok önemli. Türkiye, başlangıçta bütün partiler ancak “CHP Ruhu”nun meşrû olduğu bir siyaset zemininde, CHP’den bölünerek, sonra ondan bölünenlerden bölünerek siyasete dahil olmuşlardı. Erbakan’ın öncülüğündeki MNP-Refah çizgisi, kendi siyasi örgütlenmesini bu bölünme dışında oluşturmuş olsa da, gerek “meşru siyaset arenası”nın çerçevesi öyle çizildiği, gerek MSP-Refah eksenindeki siyaset kadrosunun bürokratik-teknokratik karakteri ve gerekse Erbakan liderliğinin sağ siyaset duruşu, CHP’nin devlet tasavvuruna teknik anlamda alternatif bir tasavvura dayanmıyor, onun sadece “farklı bir maneviyat ile temellendirilmesi”ni sorun ediniliyordu.

Türkiye’de belirli bir oy desteği elde etse de, baraj altına mahkum “marjinal siyaset”, bu cirmini aşarak iktidar ortağı ve giderek iktidar adayı haline gelme sürecinde, yani siyasetin merkezine yaklaştıkça ‒kendisinden bölündüğü ya da aynı devlet ve siyaset tasavvuruna sahip olduğu‒ CHP ruhunun, bu “merkeze yürüyen” partilere bulaşması, ironik bir re-enkarnasyon olarak karşımıza çıkıyor. Bunun sadece bir bölünme veya tasavvur meselesi olmadığının altını çizmek isterim. Siyasî merkez olarak “Devlet’in zâtiyeti” de CHP ruhuna tapulu bir karakter taşıması nedeniyle çevreden merkeze doğru siyasal yolculuğun barındırdığı “devletle dansa uygun partner” haline gelme ironisidir bu.

Devlet ya da iktidar tecrübesi yaşamayanların (yani çevrenin) iktidara geldiğinde yüzleştiği şeylerden biri de, sanırım din-devlet ilişkisi.. 15 Temmuz bunun en kanlı haliydi… Acaba muhafazakârlar Cumhuriyet’i kuran insanların tecrübelerini daha önce anlamamışlar mıydı?

Kendilerine muhafazakâr demeye bugün çok alıştığımız bu kesim, devlet gücü kullanılarak “kendi varlık hali” gayrı meşru ilan edilmiş çok parçalı bir halk kitlesiydi aslında. Modern anlamda bir halktan (yani “demos”tan) değil Osmanlı vilayetlerinden taşrasına doğru saçaklanan bir teb’adan söz ediyoruz elbette. Teb’anın Osmanlı eyâlet merkezlerindeki ve o merkezlerden etkilenen şehirlerdeki kesimleri, Osmanlı modernleşmesi boyunca, kısmen “teb’a ruhu”nun dışına düşmeye başlamıştı. Buna rağmen bu dar “güzîde halkaları” dışında; teb’a, büyük ölçüde geleneksel çok katmanlı ve halkalar halinde birbirinden izole bir hayat yaşıyordu ve bu durum, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde de devam etmekteydi.. Bu kitlenin Cumhuriyet’in kuruluşu ve devrimler sürecinde karşı karşıya kaldığı meydan okuma, çok maksimal bir “evlatlıktan reddedilme” meydan okuması; başka bir ifadeyle, varlığını sürdürmesine “çok radikal bir başkalaştırma yoluyla şans tanıma” meydan okumasıydı.

Cumhuriyet’i kuranları anlamak, bu meydan okumaya maruz kalanların elbette harcı olamaz. Cumhuriyet’i kuranların, bu teb’ayı bir nevi Yunan agoralarında yahut Roma arenalarında toplanmış bir “halk” (yani demos ya da publik”) yerine koyarak ateşli Cumhuriyet nutukları atması, halktan insanlara meram anlatmaktan çok ulusal bir ritüel icra ettikleri söylenebilir. Muhafazakâr ahaliler olmaktan Cumhuriyet vatandaşlığına bir anda terfi edememiş halktan insanlar, çok olsa candarmanın kendilerinden ne istediğini anlamak gibi bir kaygısı vardı.

Bu muhafazakâr ahalilerin çocukları şehirlere gelip zamanla eğitim hayatına katılmakla kendileri gibi olmanın “örümcek kafalılık, çağdışılık, bağnazlık, gericilik” olarak lanetlendiğini kavrayarak daha derin bir travma yaşadılar. Devletle aralarında hala varsaymaya eğilimli oldukları nesep ilişkisi sadece reddedilmekle kalmıyor, onlara kalırsa bu “aynı kutsal baba”nın çok olsa “gavur karıdan dölü” sayılabilecek birilerine tıpatıp benzemedikleri takdirde, insanlık değerlerinin de reddedildiğini kavramış oluyorlardı.

Kuruluş yıllarında yaşanan şey mağdur edilmekse bu ikinci dalgada yaşanan şey, tahkir ve tel’in edilerek şeytanlaştırılma travmasıydı. Bu şartlarda, orta sınıflaşmanın ilk basamağındaki muhafazakâr ahalilerin çocuklarının asıl meselesi, Cumhuriyet’i kuranları anlamak değil, bir utanç hatırası olarak dedelerinin mağduriyetlerine ilaveten maruz kaldıkları bu şeytanlaştırılma travmasından nasıl olup da yakayı kurtarabileceklerinin çaresini aramak olabilirdi.

Fakat uzun AK Parti iktidarları sürecinde, önce kudrete yabancılığından tanışıklığa, sonra komşuluğa, sonra kahyalığına doğru yaşanan bir tecrübe olmadığını kim kesinlikle iddia edebilir? Özellikle parti siyasetinden devletin kudret kurumlarında işgal edilen pozisyonlarına kadar bir dizi itibarlı mevkilerde bulunanlar, kudreti avuçlarında hissettikleri kadar, siyasetin yakıcı sorumlulukları ve tehditleri ile burun buruna gelince, dün kudrete maruz kalmanın yarattığı tahribattan sıyrılarak onun kendisine zulüm gibi görünen tecellilerini mazur görmekten makul bulmaya, hakkını yememekten bazı noktalarda hakkını teslim etmeye doğru bir dönüşüm geçirmiş olabilirler mi? Bana kalırsa bu, politik bir akıl yürütme düzleminde yaşanmış bir kanaat değişikliğinden çok; konumların, tatminlerin, itibarın, ama en önemlisi kudret ile halvetin orta yerine soğuk duş etkisi yaratan iç gerilimler ve örtülü hesaplaşmaların biriktirdiği çatışan duyguların orta yerinde bir “his vak’ası” olarak yaşanıyor olsa gerektir. Önce 17-25 Aralık ‒ve hatta 7 Şubat da denebilir‒ daha sonra 15 Temmuz, bu “sisli hisler” atmosferini dağıtarak Cumhuriyet’in otoritaryen praxisini haklı bulmaya doğru yeni bir duygusal coşku patlamasına açılmaya evrilen bir pragmata.

Fakat bu noktada paralel bir gelişme olarak “Barış Süreci”nin keskin bir viraj alıp çatışmaya dönüşmesi ihmal edilerek tam anlamıyla değerlendirilemez. Şimdi asıl görmemiz gereken şey, AK Parti’nin “Barış Süreci”nin sona ermesi akabinde hızla MHP tarzı bir “üniter sağ Milliyetçilik”e kayıp 15 Temmuz sonrasında neredeyse MHP tarzı bir siyasete demir atmış olmasıdır. MHP’nin AK Parti’ye desteği, “kendisi Meclis’de muhalefet, ama politik zihniyeti tam teşekküllü iktidar” olan bir partinin kendi siyasetine verdiği destek olarak anlaşılacak olsa, çok mu abartılı olur? MHP’nin son “Başkanlık halkın önüne konulmalı” çıkışı da, taktik bir manevra değil. Zira Başkanlık Modeli’ni 70’li yıllardan beri “Milli Devlet – Güçlü İktidar” sloganı ile savunan da MHP idi.

AKP’nin MHP’leşmesi hakkında şunu diyebilir miyiz öyleyse: Sisteme, Cumhuriyet değerlerine yaklaştıkça ya MHP ya CHP gibi bir parti olursunuz.

AK Parti, 15 Temmuz ile içine düştüğü travmada, kendi iktidarını savunur görüntüsünün rahatsız ediciliğine karşı “darbe girişimi, aslında devlete karşı bir girişimdir” retoriğini benimsemekle kendi iktidarını devletle özdeşleştirdikçe, devlet genetiğini de büyük ölçüde içselleştirmiş oldu. Şimdiki politik konumu açısından AK Parti, MHP ile siyasi retoriği bakımından kayda değer bir fark bulunmayan bir kitle partisi görüntüsü vermektedir.

Peki bu süreç ne kadar sürdürülebilir? Yani MHP’leşmeyi AKP tabanı özellikle İslamcı çevreler ne kadar kabullenebilir?

İslamcı çevreler denince artık çok da belirgin bir şeye işaret ettiğini kolayca söyleyemeyeceğimiz bir atıf yapıyoruz. İslamcılığın bağımsız bir ideolojik konum ifade ettiğini söylemek mümkün görünmüyor. Bunun yerine “İslâmî duyarlılıklar”dan da ne ölçüde söz edebileceğimizden emin değilim. AK Parti, İslamcılığı çoklu konumlarda istihdam ederek devlet açısından “personalizasyon” denebilecek bir dönüşüm yarattı. AK Parti tabanı açısından baktığımızda, gönülsüzce de olsa gömlek çıkarmak durumunda kalsa da, içinde bir “Milli Görüş” tişörtünü fanila niyetine giymeye devam eden sınırlı bir kesim dışında ‒ki bunlar aslında MHP tarzı bir milliyetçiliğe rezervli yaklaşan bir kesimdir‒ AK Parti tabanının MHP ile arasında bırakın kalın duvarlar bulunmasını yarı şeffaf ve kısmen geçirgen bir zar bulunduğu bile söylenebilir. Taban, MHP’ye oy vermeyebilir, ama MHP tarzı bir “güçlü devlet” tezahürünün AK Parti’de cisimleşmesine rezervi bulunduğunu söylemek oldukça zor. Bu konuda Tanıl Bora’nın “Türk Sağının Üç Hali” çalışması, hala belirli bir açıklayıcılığa sahip.

Aslında CHP veya Cumhuriyet’in kurucu dönemi ile aradaki mesafenin giderek azalıp azalmadığını konuşuyorduk?

AK Parti nasıl “Barış Süreci”nin sona ermesi akabinde MHP retoriğini benimseyerek siyasi çizgi itibariyle MHP’leşme rotasına girmek durumunda kaldıysa, 15 Temmuz sonrası ve özellikle 7 Ağustos ruhu denen şeyle de CHP’nin siyasî retoriğini kabullenme rotasına girmiş bulunuyor. MHP’nin kendi retoriğini iktidara ödünç vermek gibi bir tutum içine girmesine karşılık CHP’nin böyle bir tutum geliştirmesiyse mümkün değil. Bu nedenle AK Parti’nin CHP devletselliği ile retorik bütünleşmesi, CHP’de sanırım büyük bir “Eyvah, emiliyoruz! ” yaratıyor.

Bunu sadece AKP siyaseti açısından mı, yoksa bütün bir muhafazakâr kitle için mi söylüyorsunuz?

Bu sadece AK Parti politikacıları ile sınırlı bir retorik dönüşüm değil. Cumhuriyet Bayramı kutlamaları sürecinde muhafazakar kesim de parti ile birlikte, gerek yazarları köşeleriyle ve gerekse sosyal medyaya yansıyan tavırları ile muhafazakar kesim de “Cumhuriyet’in değerleri” denen şeyi sahiplenme ya da içselleştirme sürecine girdi. 10 Kasım’da da mesela Mustafa Kemal için mevlit okutulması gibi şeyler sürpriz olmaz.

Atatürk’le barışmalı bu kitle. Yahut şöyle sorayım, yanlış mı anladılar Atatürk’ü?

Aslında Atatürk’le barışma meselesi daha girift bir zihniyet travması meselesi. Ama AK Parti, görünen o ki artık 30’lu 40’lı yıllar CHP’sine yönelik “Eyyy CeHaPe!” salvolarını artık sürdüremeyecek bir parti olmaya doğru bir istihale geçiriyor.

AK Parti Atatürk’le barıştıkça CHP kaybediyor diyebilir miyiz?

AK Parti’yi bilemem ama, özellikle Tayyip Erdoğan için bu şekilde CHP’nin “retorik araçlarını koopte ederek” zaman kazanmak CHP’li kesimlerle arasındaki kavgayı yumuşatarak FETÖ’yü tümden temizlemek için taktik bir adım atmakmış gibi görünüyor.

Yani artık “Cumhuriyetin yılmaz bekçileri” milli görüş gömleğini çıkaranlar mı oldu? FETÖ temizlik harekatı yurtiçinde başarı kazandıkça, FETÖ’nün personel portföyü yurtdışına kayacakmış gibi görünüyor. Ama Erdoğan pragmatik bir lider ve sanırım problem çözme konusunda “Şimdiki büyük badireyi atlatalım, onu da karşımıza çıkınca atlatmanın bir yolunu buluruz.” diye düşünmeyi tercih ediyor. İşi abartarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganının da CHP açısından tehlikeye girip girmeyeceğini sorabiliriz. Böyle bir vektör, CHP’nin parçalanmasına ve parti içindeki Alevi siyasetçilerin HDP’ye kaymalarına, “dincilik karşıtı” bir Kemalist Parti oluşumuna, ve Liberal Sol’un da “OHAL ile başlayan” otoriterleşme eğilimine karşı Sosyalist çeşnili ayrı bir siyaset çizgisi tutturmasına yol açabilir. Bu arada, MHP’nin AK Parti’ye verdiği desteğin önemli bir gerekçesi de, FETÖ’nün MHP içinde bir hayli olgunlaştırdığı “Devlet Bahçeli’yi devirip partiyi kendi çizgisi için araçsallaşacak bir partiye dönüştürme operasyonu” yürütüyor olmasıydı.

15 Temmuz her şeyiyle yeni bir siyaset ve devlet düzenine yönleniyor yani…

Bahçeli, daha önce Erdoğan için miting meydanlarından fırlattığı urganın kendi boynunu yalayıp geçtiğini ve FETÖ temizlenemezse bu tehdidin devam etmekte olduğunu görmüş olmalı. FETÖ’nün en kolay içine yerleşebileceği parti MHP idi çünkü. 15 Temmuz, Türkiye siyaseti için çok köklü bir deprem. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

10 Kasım anma törenleri de bunun bir göstergesi olur mu acaba? Yani anma törenlerinin nasıl yapıldığı bir ipucu verir mi?

Asıl problem şu ki, FETÖ temizliği, bir tür sahibi özür abdesti gibi… Özür sahibinin hiçbir zaman emin olmayacağı bir “işkilli namaz”a yol açmaya devam edecek.

Yani bu işkillenme hiçbir zaman bitmeyecek mi?

Evet, bu işkillenme “Kriptolara karşı tekrar tekrar abdest tazeleme teyakkuzu” yaratacak. OHAL sona erse bile, normal hukuku OHAL standardına çeken mekanizmalar oluşturulması hiç de yabana atılır bir gelişme olmaz.

Öyleyse muhafazakar kitle sadece Cumhuriyet değerleriyle barışmıyor aynı zaman da kaybeden taraf mı oluyor?

10 Kasım törenlerinde AK Parti’nin bir tür “tarihsel uzlaşma” (İtalyan Komünist Partisi İKP’nin Katolik Kilisesi ile arayı ısıtma ve Katolik halk kitleleri ile arasındaki buzları çözme girişimi) denemesi ile karşılaşmamız sürpriz olmaz. Fakat bunun Parti’nin kimliğinde bir dönüşüm yaratacağını düşünmek yanlış olur. Erdoğan’ın siyasi manevra kabiliyeti çok yüksek. Şu anda FETÖ ile başa çıkmak için bütün enerjisini, stratejisini buna odaklamış durumda. Bu konuda asıl tehlikeyi atlattığı takdirde, rotasındaki bu yönsemeden keskin veya yumuşak bir virajla çark edebilir.

Süreci nasıl görüyorsunuz?

Muhafazakar kitlenin daha ziyade “mağdur halk kitleleri” olarak devletten şefkat görmek gibi bir “masum talebi” vardı. Erdoğan bu talebi karşılayan “bizden biri” olarak görülüyor. Muhafazakar kitle, Erdoğan liderliğine çok geniş bir manevra alanı bırakan bir lider kültüne angaje olmuş durumda.

Değişir mi bu durum?

Avrupa ve ABD Erdoğan’ın bir ölçüde Rusya ve İsrail ile politik uyumlaşması ile kazandığı uluslararası manevra kabiliyetini budamaya girişmiş durumda. Türkiye özellikle Güneydoğudaki çatışmadan ve Suriye-Irak operasyonlarından başarı ile çıkacak olursa Türkiye’deki bu yeni oluşum kontrol edilemez bir siyasî sıçrama ruhu kazanabilir.

Değişir mi? Aslında bütün bu hikayenin böylesine “her faktörün faydasına inkılab ettiği” bir Erdoğan ve AK Parti başarı öyküsü biçiminde devam etmesi halinde değişecekmiş gibi görünmüyor. AK Parti’nin yumuşak karnı Türkiye ekonomisi ve finansal esneklik. Bu açıdan bir kırılma AK Parti’de oluşan Lider merkezli siyasette büyük bir vertigo etkisi yaratabilir.

Ekonomik kriz olursa?

Seçmen kitleleri de, AK Parti siyasetçileri de, AK Parti’ye destek veren sermaye grupları da son derecek pragmatik bir “ekonomi iyi gidiyor” gerekçesine dayanarak gidişatı destekliyor. Türkiye’yi ekonomik olarak yükselten şey nedir? Türkiye’nin kendi reel ekonomik trendleri değil. Türkiye, oynak dubalar sistemini andıran çevresel ekonomiler arasında şimdiye kadar hiç “ciddi ekonomik cezalandırma” ile karşılaşmamış bir ülke. Böyle bir cezalandırma, (Rusya ve Çin ekonomileri, hatta petrol operasyonunun vurduğu Suudi Arabistan filan) ile karşılaştığı takdirde, Türkiye buna dayanabilir mi? Sanırım bu sorunun cevabı için ABD seçimleri sonrasını beklememiz gerekecek.

Süreç Amerikan seçimlerine bağlı yani?

Ekonomide geçici şoklar değil, ekonominin omurgasına binecek bir yük olmadıkça sorun olmaz. Ancak öyle bir “omurga çökertme operasyonu” gerçekleşir mi? Onu şimdiden söylemek zor. ABD, bölgesel politikalarda top çevirmekle yetiniyor. Bunu ne kadar daha sürdürebilir? Ben başkanlık seçimlerini kim kazanırsa kazansın, ABD’nin bölgesel politikalarının artık sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Bununla birlikte, bu politikalardan daha aktif politikalara geçişin nasıl seyredeceğini zamanla göreceğiz.

Söyleşi: Hayati Esen

Leave a Reply

Your email address will not be published.

Comment moderation is enabled. Your comment may take some time to appear.