//

Eskiçağda “Van’ın Rönesansı” Urartular

42 mins read

İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Hocamız Doç. Dr. Erkan Konyar ile birlikte Van Kalesi ve Höyüğü’ndeki kazı çalışmalarını konuştuk. Batı müzelerini, Eskiçağ tarih bilincimizi, Eski Anadolu’yu, Van’ı ve tabi ki bol bol Urartuları…

Eskiçağda "Van'ın Rönesansı" Urartular 1
Doç. Dr. Erkan Konyar (Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Araştırma Merkezi Müdürü)

Van Kalesi ilgili yapılan çalışmalar ne zaman başladı ve bu çalışmalarda kimler görev aldı?

Diğer Anadolu kentlerine, Mezopotamya’ya ve Mısır’a yapılan kazılarla aynı zamanlı; 19.yüzyıldan itibaren batılı seyyahların, elçilerin, askerlerin öncülüğünde başlıyor. Muhtemelen merkezden talimatlarla… Batının o dönem köken arayışından tutun da kendi müzelerini güçlendirmek gibi birçok arayışları var. Çünkü keşfedilen her yeni yer, aynı zamanda bilgi kaynağıdır. Antropolojik ve etnolojik çalışma alanıdır. Bu fırsatı hiçbir zaman kaçırmazlar. İskender seferlerine en iyi bilim adamlarıyla gidiyordu. Napolyon da Mısır Seferi’ne giderken aynısını yapıyor. Bu Antik Çağdan beri devam eden bir gelenek.

Van Bölgesi ile ilgili ilk ciddi çalışmaları 1827 yılında Fransız Asya Cemiyeti adına Friedrich Edward Schulz adında bir arkeolog yapıyor. Schulz’un yaptığı en önemli şey, Van’da o zamana kadar Asur olarak bilinen medeniyetin aslında Urartular olduğunu ortaya çıkarmasıdır. Schulz  kaya yazıtlarının ve kitabelerin birebir transkripini çıkararak, Urartu dilinin çözümüne önemli katkıda bulunuyor. Kendisi dönemiyor çünkü Hakkari’de aşiretler tarafından öldürülüyor.  Daha sonra İngilizler, Almanlar, Ruslar, Amerikalılar ve 1960’dan itibaren Türkler çalışma yapıyorlar.

1911-1912’lerde Van Kalesi’nde kapsamlı çalışmaları, “Analı Kız” denen kutsal alanda Ruslar başlatıyorlar. İki büyük niş ortaya çıkarıyorlar. Biri ana, biri kızı temsil ediyor. Büyük bir platformu olan 3 bin senelik bu mabette Urartular tanrılarına adak adardı. Doksanlı yıllarda kuran kursu vardı. Yine aynı platformda çocuklar çember şeklinde oturuyor, hoca da onlara ders veriyordu. Perşembeleri kurban kesiliyordu. Oradaki kanallardan genç kızlar: “O yanım keçe, bu yanım keçe; Allah’ım elime helal süt emmiş biri geçe…” diyerek hayırlı kısmet bulmak için kayarlardı. Hala nadirde olsa yapılıyor. O yüzden buraya halk arasında “Analı Kız” deniliyor. Hemen önünde Abdurrahman Gazi Türbesi bulunur. İnsanı etkileyen mistik tarafı vardır. Eskiden kutsal olan bir alan hala kutsallığını koruyor.

Ruslardan sonra 1930’lu yıllarda,  Amerikalılar Van kalesinde kazı yapıyorlar. Bunlar aslında din adamları. Bu kazılarda ortaya çıkarılan buluntuların hikayesi oldukça ilginç. Amerikalılar burada bulduklarını götürürken gemi batıyor ve burada bulunan Urartu eserleri Pasifik’in sularına gömülüyor. Van’a ait bu eserler Amerika kıyılarında, okyanusun dibinde yatıyor.

O dönemde Anadolu’da çalışan yabancı arkeologların sadece kazı yapmadıkları bilinen bir vaka. Pek çok eserleri izinsiz götürdükleri biliniyor.

Arkeologlar en rahat seyahat eden meslek gruplarından biri. Hep köylerdesiniz, kırsaldasınız. Bu kazıya gelenlerin bazen arkeolojik çalışma dışında amaçları da var. Batının kendilerini Hint-Avrupa çerçevesinde temellendirme amacı; petrole, enerji kaynaklarına sahip olma amacı… Bu politika sadece siyasi değil. Yapılan çalışmaların sonuçları diğer alanlarda da kullanılıyor. Büyük çerçevede bakmak lazım. Ayda 1,5 milyon insan Louvre Müzesi’ni geziyorsa o dönemde toplanmış eserler sayesindedir. Buraya giden insanlar Mısır ve Mezopotamya kaynaklı bu eserleri görmek için gidiyor. Bir girişin 12-13 euro olduğunu düşünürsek ciddi bir ekonomik gelir oluşturduğunu söyleyebiliriz. Batıda kültür-turizm ekonomisi son yıllarda büyük gelişim gösterdi. Avrupa müzelerine gittiğinizde kuyrukla giriyorsunuz.

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin; British, Metropolitan, Hermitage müzelerinin sergilediği Eski Yakındoğu eserlerini sergileyebilecek potansiyeli varken bu hedefi biz niye koyamamışız? O zaman değil ayda 1,5 milyon, 3 milyon insan bizim müzemizi ziyaret ederdi. Bu müthiş bir rakam… Ama bir arkeolog olarak her zaman söylüyorum eserin yerinde kalmasını istiyoruz. Bir eser kendi yerinde anlamlıdır, orada size bir şey anlatır. O coğrafyanın ürünüdür. Yerinden koparıldığında sadece estetik kaygısı olan bir obje haline geliyor. Ben Asur başkenti Ninova’yı, asıl yeri olan Musul’da görmek isterim. Ama bunu Paris’te iyi ışıklandırılmış salonların içinde görüyoruz.

Anadolu’ya ait eserleri yabancı müzelerde gördüğünüzde sizi en çok ne üzdü?

Boğazköy heykeli, Berlin’de sergileniyor mesela. Buna pek çok örnek verebilirim. Van Toprakkale’den çıkmış Urartu tahtına ait tunç eserler, St. Petersburg’da bir müzede sergileniyor. Ya da Batı Anadolu’dan çıkmış Troya hazineleri, Puşkin Müzesi’nde. Bilimsel açıdan baktığımda zaten yerinden alınıp götürülmesi bir kere yanlış. Vatandaş olarak baktığımda bu benim topraklarıma ait, benim hemşehrilerimin ürettiği eserler. Hermitage Müzesi’ne (St.Petersburg)  girdiğinizde bir Urartu kalkanı, miğferini görüyorsunuz. Bunlar Van’a, Iğdır’a ait eserler… Dışarı çıktığınızda tamamen farklı kültürüyle karşılaşınca bir yabancılaşma oluyor. Bu eserler Van Kalesi’nin atmosferinde sergilense, müzeden çıktığınızda hasır taburelere oturup çay içmek daha anlamlı olurdu.

Müzelerimizde arkeolojik eserlerin azlığı, yabancı arkeologların kendi müzelerine götürmelerinden mi kaynaklanıyor?

Bizde oluşturulan algının tam tersine Eski Anadolu mütevazi bir kültür oluşmuştur. Eski Mısır’da piramitler ve kaya mezarları, Mezopotamya’da devasa zigguratlar (tapınaklar), Asur saraylarında taht salonları varken Anadolu’da çağdaşı ne görüyorsunuz? Tabiri caizse çıkan çanak çömlektir. Çok görkemli eserler bırakmamışlar. Bunu söylerken Anadolu’nun, medeniyetlerin beşiği olduğunu inkar etmiyorum ama çok mütevazidir. Prestijli eserler ve üretim konusunda (yapılar, heykeller, takılar, kabartmalar) Mısır ve Mezopotamya ile yarışamaz. İlk yerleşikler, tarım yapanlar, dini yapılar ve kamusal alanlar Anadolu’da ortaya çıkmıştır ama şaşalı değildir. Bu zengin olmayla alakalı… Çünkü Anadolu zengin değildi. Mezopotamya’da şehirleşme oluşmuşken Anadolu’da kalabalık nüfus var ama köyler halinde, şehirleşme mevcut değil. Maddi kültür çok güçlü değil. Zengin müzelerimizin olmamasının bir nedeni de bu.

Türk arkeologlar Van Kalesi’nde kazılara ne zaman başlıyor?

Bu alanda II.Dünya Savaşı’ndan dolayı 1940 yıllarda çok çalışma olmuyor.1950’li yıllarda Türk arkeologlar burada kazıya başlıyor. Türkiye’de bu yıllar, Türk Tarih Kurumu’nun başkanlığında Anadolu’nun her yerinde arkeolojinin yükselişe geçtiği ve kazıların başladığı bir dönem. Arkeologlarımızı, 1930’lu yıllardan itibaren Alman arkeologlar yetiştiriyor. 1950’li yıllarda da artık kendi ekiplerimizi kuruyoruz.

Bu süreçte 1959 yılında Van Kalesi Höyüğü’nde ilk çalışmalar İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Afif Erzen başkanlığında başlıyor. Van Kalesi o yıllardan günümüze İstanbul Üniversitesi tarafından kazıldı. 1960’lı yıllardan bu yana hiç bırakmadı. Öyle bir geleneğimiz var.

Van Kalesi’nin tarihi hakkında bilgi verir misiniz?

Kale erken bir gelenekten geliyor. Urartu’dan 2 bin yıl önce yerleşmeye başlıyorlar. Lokasyonu su kaynaklarına yakın ve yaşama uygun alan olduğu için ilk yerleşmeciler Van’a 3 km güneyde olan Tilkitepe’ye yerleşiyor. Köy yerleşkelerini kuruyorlar. Urartular’ın kaleye geliş nedeni Asurlular’ın M.Ö. 9.yüzyılda büyük tehlike teşkil etmesi. Yükseltisi fazla olan bir coğrafya ve Van Ovası üzerinde en uygun yer Van Kalesi. Zaten bir anıt gibi. Evliya Çelebi çökmüş bir deveye benzetiyor silüetini. Ayrıca Van Kalesi’nin her yanından da nerdeyse sular fışkırıyor. Yeraltı suları… Bir başkentin kurulması için temel gereksinim ve su çıkan yer hep kutsal kabul ediliyor. Urartular’ın burayı seçiminde bu su kaynaklarının etkili olduğunu düşünüyorum. Van’daki yerleşme modellerine baktığımızda Urartu’ya kadar çok primitif bir yaşam modeli var. Urartu’yla birdenbire Van’ın rönesansı yaşanıyor. Devletin temel gelişmişlik kriteri olan bir yönetim biriminin oluşması sağlanıyor, başkent oluşuyor. Yazı geliyor; Mezopotamya’ya M.Ö. 4000’lerde, Anadolu’ya ise M.Ö. 2000’lerde geliyor. Urartuca, sondan eklemeli Hurri diliyle ilişkili bir dil. Bugün de Büyük Kafkas Dağları’nda benzer özellikleri taşıyan ardıl dilleri konuşuluyor.

Van’ın rönesansı dediniz. Bunda etkili olan Urartu’nun geliştirdiği devlet modeli mi?

M.Ö. 1000’de bu bölgedeki devletler Lidya, Frig, Urartu, Asur… Bunlardan Asur ve Urartu gerçekten bir devlet modelini yansıtıyor. Çünkü yazıları var, bürokrasi var, kamusal alanları var. Devletle ilgili olması gereken standartlara sahip. Krali bir kent oluşturmuşlar.  Bunları Frig ve Lidya gibi diğer Anadolu devletlerinde göremiyorsunuz. Urartu’nun, Asur’u iyi bilmesi devletleşmesini sağlayan en önemli faktör. Asur’u yakından tanıyan birileri Urartu’yu kuruyor. Bütün kurumlarının Asurlar’a benzerliklerini görüyorsunuz. Zaten ilk çivi yazıları Asurlar’a ait. Sonra yavaş yavaş kendi dillerine adapte ediyorlar. Urartu:“Ben devletim. Bütçem, mühendisim, mimarım var. Burada yeni bir kent inşa ediyorum.” diyor. Bir kenti sıfırdan kuruyor. Kamusal binalarını, sulama sistemini, evlerini yapıyor. Tehcirle insan getiriyor. Tanrılarını, tapınaklarını taşıyor. Bu yönüyle diğerlerinden çok farklı… Yeni bir kent oluşturma modelini başarıyla uyguluyorlar. Urartular’dan önce Doğu Anadolu’da geleneksel ve primitif bir yaşam tarzı varken gelişimleri yatay seyrederken Urartular’la birlikte birden dikey gelişim tavan yapıyor. Merkezine birçok krali yapılar inşa ediliyor. Yazı kullanılıyor, metal işçiliği ortaya çıkıyor, çanak-çömlekler yapılıyor. Yönetim ve üretim modelleri, standart kent yapıları, tapınakları, tanrıları ile birlikte hayatın her alanında kuralları konulmuş bir sistem ortaya çıkıyor. Yani devlet oluşuyor. Kültürü ve sosyal yapıyı belli bir kalıba sokmaya çalışan bir yönetim görüyorsunuz. Bu da o döneme göre çok sıra dışı. Urartular gibi Doğu Anadolu’ya bu kadar yatırım yapan başka bir devlet olmamış. Geçenlerde Hakkari kent merkezinin Yüksekova’ya taşınabileceği haberini duyduğumda hemen Urartu aklıma geldi. O dönemde Hakkari’ye Urartu’dan başka kimse yerleşmek istemiyor. Bu anlayışı değiştiriyorlar. Doğu Anadolu’nun modernleşmesi Urartular’la başlıyor.

Yazıtlar ve binalar bazında yorum yaparsak inanılmaz otoriter ve dini bir devlet olarak karşımıza çıkıyor. Bu özelliğini de siyasi ve ekonomik anlamda katı bir şekilde empoze ediyor. Bunu yazıtlardan okuyoruz, sarayda yaşanılan modelden öğreniyoruz. Sadece yansıttığı politika da olabilir. Ama bu halka ne kadar nüfuz ediyor, ne kadar halkı etkiliyor bilemiyoruz.

Ayrıca halka hükmederken dini göz ardı etmiyorlar. Mesela Van Bölgesi’nin tanrısı Haldi’yi baştanrı kabul ediyorlar. Urmiye Bölgesi’nin, Güney Anadolu’nun, Kafkasya’nın, İran’ın tanrılarını kabul ediyorlar. Emperyal sistemde, halkı kontrol altında tutmak için halkın dini duygularına hitap etmek vardır. İşte Urartular o dönemde bunu yapıyor. 79 tane tanrıları var.

Hitit için de ‘Bintanrılı Halk’ denir. Krallarının aslında bu tanrılara itibar ettiğini zannetmiyorum. Politik yaklaşımdan kaynaklanıyor. Mısır’da ve Mezopotamya’da, Amon rahipleri olmadan devleti yönetemezsiniz. Yönetici erkin, halkın dinini göz önüne alması ve değerlendirmesi gerekiyor. Çünkü din olayı hassas bir alan. Her şeyinizi değiştirebilirsiniz ama dininizi değiştirmeniz çok çok zordur. Eskiçağlarda da yöneticiler bu yüzden dini manipüle ediyorlar..

Peki ya mimarisi?

Urartular kaya işçiliği noktasında inanılmaz becerikliler. Van Kalesi’nin kendisi masif bir kayalık alan olduğu için kaya oyma sanatı için bulunmaz bir atölye. Ya zaten iyi kaya işçileriydi ya da orada öğrenerek iyi kaya işçileri haline geldiler. Kütlevi kayaları pasta gibi oyarak çok düzgün odalara çeviriyorlar. O kayayı nerdeyse karış karış yontarak, keserek biçimlendiriyorlar. Bütün yapılarını, kayadan üretmeye çalışıyorlar. Bunu yapabilmek için gelişmiş bir teknoloji, ekonomi ve insan gücü gerektirir. Bu da Urartular da mevcuttu. Karşılaştığımız durumun, daha önce-70/100 yıl öncesini- Van’da erken örneklerini göremiyoruz. Bu geri süreçleri Mısır’da, Mezopotamya’da, Batı Anadolu’da takip edebiliyoruz. Ama Doğu Anadolu’da Urartu’nun referans alacağı erken örnek yok. Birdenbire oluşan bir kültür. Yani dışarıdan geldikleri belli. Aslında Vanlılar gurbete gidip gelmişler, sonrasında öğrendiklerini memleketlerine uyguluyorlar. Muhtemelen daha önce yaşadıkları bölgede siyasi nedenlerden dolayı bazı topluluklar, Van Bölgesi’ne geri geldiler. Bu insanlar entelektüel ve becerikli insanlardı. Alt yapıları vardı, bir vizyonları vardı. Mezopotamya kültürünü çok iyi tanıyorlardı. Bu tecrübelerini Doğu Anadolu’nun gerçekleri  çerçevesinde yeni model geliştirerek uyguladılar. Çünkü bu kaya Mezopotamya’da yok. İşte Urartu’nun da kendine özgülüğü buradan geliyor.

Urartu, diğer Anadolu medeniyetlerini etkilemiş mi?

Yok, işte ilginç olan da bu… Fırat’ı geçtiklerini biliyoruz. Malatya, Kayseri, Maraş, Adıyaman, Niğde, Nevşehir vs… Bu bölgelerle tanışıyorlar, komşulukları var. Ama Fırat’ın batı tarafında hiçbir yerleşim kurmamışlar. Frig kaya mezarlarının ve fibulanın (çengelli iğne) Urartular’la etkileşim sonucu ortaya çıktığı söyleniyor. Urartular mı Frigleri, Frigler mi Urartuları etkiliyor? Bu etkileşimin yönünü bilemiyoruz.

Mimari olarak kendine özgü olduklarını söylediniz. Bu anlamda etkileri olmamış mı? 

Olmamış çünkü insan ve coğrafya faktörü çok farklı. Urartular’ın argümanları zaten batıda işlemez. Ege’deki yaşam şartlarını tutup da Doğu Anadolu’ya uygulayamazsınız. Giysilerinden mimarisine her şey çok farklı. Batıda kurulan medeniyetlerin Urartu’dan alacağı çok fazla şey yok. Kaya işçiliğini niye alsınlar? Onlar da kendilerine göre gelişmiş yeni bir kültür üretmişler. Küçük eserler burada bizi ilgilendiriyor. Moda mesela… Çünkü M.Ö. 1000’lerde bütün Doğu Akdeniz’de ortak bir moda görüyoruz. Urartu’nun onlardan etkilendiğine dair birtakım belirtiler var.

Urartu bu anlamda katı bir sistem zaten. Yer şekillerinden dolayı kapalı bir toplum. O günün şartlarında Fırat’ı geçip kalıcı olmak, kültürünü yaymak öyle kolay değil. Fırat ve Dicle, kültürlerin oluşmasında çok keskin bir etkiye sahip. Fırat’ın doğusu ve batısı birbirlerini tanıyorlar ama farklı formatlarda devlet yapıları.

Urartu insanı gündelik hayatta nasıl yaşıyordu?

Bir kere aileler daha büyüktü. Bölgenin yerlileri ve bunun yanında tehcirle getirilen insanlar vardı. Daha kırsalda  aşiretler vardı. Tuşpa’da yaşayanlar; esnaf, zanaatkarlar, çiftçiler, saraya hizmet eden insanlardı. Bunların dışında hayvancılık yapanlar vardı. Kimi küçük kimi daha büyük evlerde yaşıyorlardı. Zengin bir evin yanında küçük fakir ev olabiliyordu. Bazı evleri devlet yapıyordu. İyi beslenememekten, yaşam koşullarının zorluğundan, salgın hastalıklardan dolayı yaş ortalaması 30-40 gibi günümüz için genç yaşlardaydı. Kadınlar tamamen eve bağlıydı, sosyal hayatta hemen hemen yoktu. Beslenme olarak çok etçil değildi, baklagil ve tahıllarla besleniyorlardı. Hayvanların etinden değil daha çok ürünlerinden yararlanıyorlardı. Bu da zengin olmadıklarını gösteriyor. Bunları nereden öğreniyoruz? Mezarlarından, kemik kalıntılardan, kemikler üzerindeki antropolojik çalışmalardan öğreniyoruz. Kendilerini çok anlatan bir toplum değiller. Kurban törenleriyle ilgili bilgileri, Meher Kapı üzerinde çivi yazılarından öğreniyoruz. Hangi tanrıya, kaç kurban verileceği geçiyor orada. Belli zamanlarda yapılıyor. Muhtemelen bahar bayramı veya bağ bozumu zamanlarında. Dini inanışlarıyla ilgili çerçevi bir bilgiye sahibiz. Bunun dışında kendilerini anlatmıyorlar.

Şu anda yaşayan bölge halkı ile Urartular arasında bir bağdan söz edebilir miyiz?

Aynı coğrafyayı paylaşmışlar. Doğal olarak aynı biçimde yaşıyorlar. Bir kere etnik kökenin Eskiçağ’da hiçbir anlamı yok. Tespit edemezsiniz. O coğrafyada yaşamış olan Türkmenler’in, Kürtler’in, Ermeniler’in nelerini referans alıp karşılaştıracaksınız. Bütün etnik kökenler birbirine karışmış. Hiçbiri özgün değil ki… DNA’lara baksak,  referans alacağımız DNA ne olacak? Referans değer yok. İnsanın yaşam şeklini etnik köken belirlemiyor. Yaşadığın coğrafya belirliyor. Tamamen oranın şartlarına uyum gösteriyorlar.

Etnik köken olarak bir bağ kuramıyoruz ama kültürel bir bağdan söz edebilir miyiz?

Kuşkusuz, Van’da yaşayanlar da birer Urartulu… Hep vurgulayarak söyledik. Yaşanılan coğrafya yaşam sınırınızı çiziyor. Mesela Van’da yılın dört ayı inşaat yapabilirsiniz. Onun dışında en son teknolojiyi de kullansanız, yapamazsınız veya pahalıya patlar. Dört ay yaptınız yaptınız. Gündelik hayatın her alanında bu böyle. Ekmek pişirmekten tutun, bina yapımına kadar iklim ve yerşekilleri etkili. Karadenizli olmayan bir insanı Karadeniz’e götür. On sene sonra Karadenizli olur. Van’da bu arada çok Karadenizliler yaşıyor. Tamamen oralı gibi konuşuyor ve yaşıyorlar mesela. Türkmenler var, düğünlerinde Kürtçe şarkılar çalıyor. Aslında çok sevdiklerinden değil ama zorla da değil. Kendi müziklerini çalacak lojistikleri yok.

Van deyince neden Urartular aklımıza gelmiyor?

Anadolu’nun birçok yerinde böyle. Çorum deyince Hitit, Ankara deyince Frig gelmiyor. Ermenistan’ın meydanlarında birçok Urartu eserine rastlanır. Beş bin yıllık bir kent olan Van’da ise Urartu kimliğine sahip çıkılmıyor. Semaveri, şelalesi, inci kefali balığı var ama Urartu’ya ait ufacık bir eseri yok. Meydanlarda heykelleri yok.  “Tanrı heykeli dikeceksin, günahtır.” diye bir anlayışla karşılaşıyorsun. Urartu kültürü sahiplenilmemiş. Oysa bu kültür turizmine dönüştürülebilir. Zaten Van’a gelen yabancı turistler Urartu için geliyor. Kentlilik bilinci yok. Kırsal hayat anlayışı mevcut çoğunlukta. Aslında durum Eskiçağlardan beri böyle. Asur kentlerinin merkezi kentli, çevresi kırsaldı. Şu an İstanbul’un da çevresi ne kadar kentli? İstanbul da 9 bin yıllık bir şehir ama biz bunu bilmiyoruz. Bu sadece Van’a özgü bir durum değil. Öyle bir bilincimiz yok maalesef. Biz Ortadoğuluyuz ve buna özgü karakter özelliklerimiz var.

2011 yılında “Urartu Arkeoloji Atölyesi” adında kendi yaptığımız bir proje vardı. Yazın olduğu için kuran kursundaki çocukları alıyorduk. Bir saat arkeoloji eğitimi veriyorduk. Çocuklar Urartu’yla ilgili güzel şeyler yapıyorlardı. Projenin sonunda sertifika vermiştik. Onların da çok hoşuna gitmişti. İyi bir modeldi. Sonra sürdüremedik. Ramazana denk geldiği için müftülük yapılmasına izin vermedi. Öğle yemeğinde kumanya veriyorduk. Çocuklar kumanya veriliyor diye oruç tutmuyorlarmış. Bu konuda tartışmadım bile. Bir dahaki sene yapmadık. Aslında bu projede amacımız arkeolojik kazı öğretmek değil kültürel bilinci sağlamaktı. “ Siz Urartu başkentinin çevresinde yaşıyorsunuz. Buradaki eserleri sahip çıkın.” diye bir farkındalık oluşturmaktı. Bunu karşılıksız yapmıştık. Böyle sorunlarla karşılaşınca da hayal kırıklığına uğruyoruz.

Van Kalesi kazılarına nasıl dahil oldunuz? 

Bizim hocalarımız da Urartucu’ydu. Eskiden beri oradaki kazılara katıldık. Belli bir tecrübeye gelince bizim bu görevi yürütmemiz gerekti. 2009 yılında Van Kalesi Höyüğü’nü bilimsel olarak incelemeye başladık. Urartu çalışmalarında en güzel eserler kale kazılarından gelir. Kafamızda Urartu’ya ait de bir sürü soru vardı. “Niye burada olmasın ki?” diye düşündük.  Böylelikle başladı. Kültür bakanlığına başvuru yaptık ve aynı yıl izin çıktı. 2010 yılında Van Kalesi Höyüğü’nde, 2012 yılında da buna ek olarak Eski Van Şehri ve sitadelde kazı yapmaya başladık. Bütün o Tuşpa denen kenti kazmaya başladık. Tabi kazı alanı genişledikçe bu birçok yükü de beraberinde getiriyor. Bu kazılar ekonomiyle yürütülen işler. Kültür bakanlığı, İstanbul Üniversitesi ve Aygaz bu konuda destek oluyor. O bölgede çalışmak oldukça zor. Hele İstanbul’dan çalışmaları sürdürmek. Kazı iki ay aktif sürüyor ama süreç bütün yıl yazışmalarla, yayınlarla, hazırlıklarla sürüyor. Bir işletme gibi orayla ilgili her şeyi yapıyorsunuz.

Yaptığınız kazı çalışmalarında öne çıkan eserler hangileri?

Mimari eserler ve küçük materyal kültür eserleri olarak iki gruba ayırabiliriz. Mimari anlamda beni en çok etkileyen Urartu’nun sivil mimari evlerini ortaya çıkarmamız oldu. Bu kompleks ve yaygın bir şekilde ortaya çıktı ve böyle bir şey beklemiyordum. Sivil hayatla ilgili alanın bu kadar ayakta dimdik kalması heyecan vericiydi. Urartu insanının yaşam hikayesine ulaştık. “Urartu nasıl kuruldu ve yıkıldı? Sonrasında neler oldu?” bu gibi sorulara cevap oldu.

Sivil yerleşim alanında 1 adet yazıt bulduk. Bu sıradışı çünkü yazıtlar genelde kalelerde bulunur. Yazıtların sayısı toplam 30 oldu. Urartu’nun tarih yazımı açısından yazıtlar önemli. Aşağı yerleşkede birkaç yazılı belge bulduk. Sadece krali alanda yazı kullanılıyor sanıyorduk. Urartu yazısı çok az kullanılan 300-400 kelimeyi geçmeyen bir yazı. O dönemin sivil hayatıyla ilgili pek ipucu vermiyor. Çok monoton ve resmi bir yazı.

Diğer taraftan Eski Van Şehri, bir Türk İslam kenti…  Yaklaşık 800 yıllık bir geçmişi var. O bölge için bu kadar gelişmiş bir kent yapısı bulmak şaşırtıcıydı. Taş yollar, caddeler, taşlıklar, avlular… 19. yüzyılda çok fazla yabancıların olduğunu ortaya çıkardık. Bardakların, çanakların, seramiklerin Rus yapımı olduğunu; kol düğmelerinden tutun üniformalara kadar lüks tüketimin Rusya’dan ve Fransa’dan geldiğini gördük. 19.yüzyılda tamamen batıya açık bir şehirmiş. Mesela 12 tane misyon okulu var. Gündelik hayata dair çok şey bulduk. Kalemleri, kitapları, mühürleri vs… Yaklaşık 150-200 yıl öncesine ait bunlar. Arkeoloji sadece Eskiçağları ortaya çıkarmaz. Eskiçağdan bu yana süregelen tarihi ortaya çıkarır.

Bu yaptığınız çalışmaların İstanbul Üniversitesi’ne etkileri ve katkıları nelerdir?

Yazılı ve görsel basında kazıyla ilgili yer alarak üniversitenin tanıtımını yapıyoruz. Sadece arkeoloji alanında değil, her bölümden bilimsel yayınların yine katkısı oluyor. Van’da İstanbul Üniversitesi adına bulunmamız her zaman takdir ediliyor ve ilgi görüyor. Üniversitemiz manevi anlamda yanımızda ama maddi anlamda bize katkısı çok fazla olamıyor.  Belki büyük bir üniversite olması nedeniyledir. Haklı olabilirler. Bu kısıtlı imkanlara rağmen kazı ekibi olarak elimizden gelenin fazlasını vermeye çalışıyoruz.

Hangi bölümlerden öğrenciler kazıya katılıyor?

Genelde arkeoloji ama tarih, sanat tarihi, antropoloji, jeofizik, mimarlık, coğrafya öğrencileri de var. Eskiye dair sorusu olan herkesle çalışıyoruz. Öğrencilerin kazıya başlamadan önce ve başladıktan sonra çok değiştiklerini gözlemliyorum. Orada farklı bir sosyal yapıyla tanışıyorlar.  Önyargıyla gelen kimi öğrenciler ilk önce sürekli Kürtçe konuşulmasından rahatsız oluyorlar. Ama tanıyınca hiçbir şeyin uzaktan göründüğü gibi olmadığını anlıyorlar. Ciddi bir hayat tecrübesi ediniyorlar. Çoğu tekrar gelmek istiyor.

Doğuda insanlar bir şekilde batıyı tanıyor. Ama batıda insanlar, doğuyu tanımadan yargılıyor. Önyargıları olan her insanın mutlaka oraya gidip tanımalarını isterim. Doğu insanı, dışarıdan gelen insanlara karşı son derece cömert, nazik ve hoşgörülüdür. Oranın en garibanı bile yemeğinizi verir. Elinde avucunda bir hayvanı vardır onu sizin için kesmeye çalışır. Anadolu’yu çok gezdim ama Van’daki gibi elinde olmayıp da veren bir yer görmedim.

Yöre halkının size bakış açısı nasıl?

O mahallede bir farkındalık yaratıyoruz. İşçilerin, mahalle halkının bizden sonra hayatları değişebiliyor, değiştirmeye çalışıyoruz. Sürekli bizimle vakit geçiren çocuklar, derslerinde başarılı olmaya başlıyor. Biz de elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz. 25-30 yıldır aralıksız kazı yapılan köylerdeki gençlerin çoğunun üniversiteye başladığını görüyoruz. Kazı ekibini yeni bir model olarak görüyorlar. Van’daki köylerde aslında bizim standartlarımızdan çok uzak bir yaşam var. Temel insani ihtiyaçlarında bile bazen sıkıntılar yaşanabiliyor. Hiç okula gitmeyen çocuklarla karşılaşıyoruz. Bunların azaldığını sanıyoruz ama bu örneklerden çok var. Orada bazı yerlerde  Eskiçağ hala devam ediyor. Hiçbir şey değişmemiş.

Esen Güney

Esen Güney Married She has a son and was born in Giresun. She lives in Istanbul. Since 2014, she has been working as a writer and publication editor at fikrikadim.com. She has published essays, stories and interviews. He still continues to write and conduct interviews.

Leave a Reply

Your email address will not be published.

Comment moderation is enabled. Your comment may take some time to appear.