Kur’an, İnsan ve kozmoloji

8 mins read

Evrenin süreç halinde olması, bize görünen yönüdür. Bugünkü bilgimizle, evrenin mekanik bir düzenek ve hatta biyolojik bir organizma gibi bir şeye benzemediğini gösteriyor. Aslında bu ifade, bizim önceki anolojilerimizin çöktüğünü kesin olarak göstermenin ötesinde fazla bir anlam taşımaz. Bilimsel ve kozmolojik birikimimiz ise bunun ötesine geçme çabasının bir ürünüdür. Süreç evet, üstelik eskiden olduğu gibi “bir kerede yaratılmış ve varlığını sürdüren” bir evren değil, henüz tamamlanmamış bir “yaratılmakta olan evren”! Süreç devam ediyor.

İnsanın “dinselliği” ile evrenin bu oluşumu arasında nasıl bir bağ bulunabilir?

Fesâd, ontik olarak eskilerin tabiriyle “müstahîl’dir; yani öngörülmesi imkansız olan. Mutlak anlamda fesâd yoktur; yaratılanların fesâdı, ontik bütünlüğü zedeleyecek bir limite ulaşmaz. Öyle ise, özgürlüğümüz, ekolojik hareketin varsaydığı gibi “doğayı tefessühe sürükle”yemez. Bu demektir ki, insanın bulaşabileceği fesâd, ancak onun kendi varoluş ortamını yıkıma uğratabilir; insanın uzak durması gereken fesâd, kendi hilkatine aykırı bir fesâda bulaşmaktır. Bu konuda mesela Katolik reddiyecilik, insana “ontik bir yıkım gücü” atfeden fazlasıyla antroposentrik bir duyarlılığa dayanır. Örnek vermek gerekirse, bilimin yeni gözde alanları genetik mühendislik, insan klonlama, akıllı robotlar… gibi alanlarda “insanın haddini aştığı ve tanrıya baş kaldırdığı” gibi iddialar bu antroposentrik kozmolojiye dayanıyor.

İnsanın fesâda bulaşmaması, evreni ifsad edebilme kapasitesiyle değil, kendi hilkatini tağyir edebilme kapasitesi ile ilgilidir. Bunun maksimal limiti, kendi varoluş ortamını ifsâddan ibarettir. Helâk, evrenin fesâdı değil, insanî oikos’un tefessühünden ibarettir. Öte yandan, Protestan radikalizminin “Tanrı’nın gelişini tahakkuk ettirmek” biçimindeki Evangelist yorum da, kıyameti insan eylemlerine bağlayan antroposentrik bir kozmolojiye dayanıyor. İnsanın böyle bir kozmolojik kapasitesi yoktur. Öncelikle bu kozmolojik istiğnadan arınmak gerekir.

Müslümanlar, karşılaştıkları medeniyetlerden devşirdikleri kozmolojik öğretilerle Kur’an’ı yeniden yorumlarken bazı kavramlara bu kozmoloji çerçevesinde yeniden anlam verdiler. El-ard (arz) kavramı mesela; bu kavram Kur’an’da iki anlamda kullanılır: Birincisi, siyasal anlamıdır ki, ülke, yurt, yaşadığımız yer, bir topluluğun siyasi hakimiyet coğrafyası filan demektir. “Allah’ın arzı geniştir” mealindeki ayet, hicret etmekten sakınanlara “onların ülkesinde bunalmaktansa Allah’ın ülkesine hicret edin” demektedir. İkinci anlamı ise, gök (es-sema) ile zıtlık içindeki anlamıdır ama bu anlam, kozmik uzay değil, Arapların kozmolojisinde “manevi varlıkların, cinlerin, meleklerin varlık ortamı” anlamındaki gök’e nazaran “insanın tensel varoluş ortamı”nı anlatır. Oysa, sonraki devirlerde müslümanlar yabancı kozmolojilerden “bir gök cismi olarak dünya” kavramını alımladılar. Bugün biz Türkçe’de buna (yani İngilizce söyleyecek olursak The Earth) dünya diyoruz. Ama Arapça ed-Dünya, bu “yerküre” kavramı için fazlasıyla değer yüklü, üstelik negatif bir değer yüklenmiş bir kavram olduğu için yerküre kavramının Arapça karşılığı olamazdı. Bunun yerine “el-ard” (arz) terimini “yerküre”yi karşılamakta kullandılar. Böylece, Kur’anda kullanıldığı üzere, kavramın genel iki anlamı a) ülke, toprak, yurt anlamı da, b) göksel varlıkların varlık ortamına karşı tensel varlıkların varlık ortamı anlamı da giderek silikleşti ve bunlar arz’ın genel anlamı değil, spesifik kullanıma bağlı, tâlî anlamları haline geldi. Artık arz, kozmolojik anlamda yerküre demekti. “Allah gökleri ve yeri yarattı” mealindeki ayet de böylece “Allah uzayı ve yerküreyi yarattı” biçiminde anlaşılır oldu.

Toparlayayım. İnsanın kozmolojik açıdan kritik eylemlerde bulunma kapasitesi, İslam’a yabancı bir antroposentrik kozmolojiden devşirilmiştir. Kur’an, Cahiliyye Arapları’nın kozmolojisinde cinlere ve meleklere kozmolojik kapasite yükleyen yaklaşımı reddederken insana böyle bir kapasite bahşediyor değildir. Bu reddiye, Arapların cin ve meleklere ilişkin kaygılarını bertaraf ederek insanı Allah’ın müşfik ve rahîm gücüne bağlanan bir özgürlüğe kavuşturmuştur. Şu halde, insan kendi haddini tevazu ile yeniden kavradığında, “evreni yıkabilecek kapasite”den zaten mahrum olduğunu anlar. Fesâd, esasen ancak dolaylı olarak kozmolojik bir anlam ifade edebilir. Bu kavram, Kur’an’da her ne kadar “başka tanrılar olsaydı yer ve göklerde fesâd olurdu” denmiş olsa da, siyasal kargaşa anlatır, kozmik kaos değil. İnsanın uzak durması gereken şey, “tanrılaştırma oyunu”dur; zira asıl fitne (karışıklık, güvenden yoksunluk, saldırganlığın sıradanlaşması) ve fesâd’ın (kargaşa, altüst oluş) kaynağında, isanın Allah dahil, kendi hevasına hizmet eden tanrılar icad etmesi vardır. Allah, münezzeh tanrıdır, insan onu ihâta edemez. Başka da tanrılığa layık olan yoktur. Bu nedenle, Allah’ın güvence altına aldığı özgürlükleri hatırına terkedebileceğimiz hiçbir yücelik yoktur.

 

Leave a Reply

Your email address will not be published.

Comment moderation is enabled. Your comment may take some time to appear.