/

Birey ve Cemaat

9 mins read

Bu iki kavram, aslında ontolojik ve söylemsel açıdan birbirine rakip olabilecek kavramlar değil. Ontolojik açıdan cemaat, bilinen tarihle yaşıt neredeyse; ya da şöyle mi demeli: “Cemaat, uzun tarih çağları boyunca insanoğlunun tanıdığı tek gerçek varoluş formu olarak rakipsizdi. O, kendini dayatan ve kabul ettiren bir limit durumdu; insan ancak bir cemaate mensup, onun biçimlendirdiği haliyle bir hayatın parçası, herşeye onun penceresinden baktığının farkına dahi varamayacak kadar cemaatine gömülü bir varlıktı. Dışında manidar bir varoluşun dahi düşünülemediği, insan olmanın en has biçimini tarif eden ve realize eden “bizliğimiz”di cemaat.”

Buna karşılık “birey”, modernlikle yaşıttır. Modernlik, insana, kendisini içinde gömülü olarak bulduğu cemaate aidiyetin kendi potansiyellerini, özgürlüğünü ve “anlamlı varolma imkanını” yok ettiğini; akla aykırı hurafeler dayatarak insanı kendi mümkün varoluşundan kopardığını, bunun yerine ona komik, ironik, saçma, hatta rezil bir hayat dayattığını fısıldıyor, iç gıcıklayıcı bir biçimde aklını çeliyor ve hatta haykırıyordu. Aydınlanma, Kant’ın ağzından insana şöyle buyurdu: “Sapere aude!” İnsan, kendisine belletilmiş hurafelerden sıyrılmalı ve aklının ışığı altında kendisi hükmetmeliydi “hakikatin ne olduğuna”.

Birey olmak çağrısı, münferit insan varlığına, kendi zatiyeti dahilinde anlamlı bir varoluş evreni bulunduğunu; bu evrene döndüğünde, dar bir dünyaya sıkışmayacağı, tam tersine, cemaatine teslim olarak kaybettiği özgürlüğü yeniden kazanacağını; kendi kusuru nedeniyle içine düştüğü (cemaate ait) hurafe dünyasından sıyrılarak hakikati kendi aklıyla keşfedebileceğini; böylece, hem kendi potansiyellerinin farkına varıp onları geliştirebileceğini, hem de, cemaatin günahlarla çevrili, bu nedenle hastalıklı ve boğucu atmosferinden doğanın alabildiğine özgür ve özgürleştirici gerçeğine erişebileceğini vaat ediyordu.

Ama işte, birey olmak mesela Aydınlanma Çağı’nda bir çağrıdan ibaretti; onun ontolojik olarak şimdiye kadar da gerçeklik kazanıp kazanmadığı kuşkuludur. Birey bir kurgudur; “kendi varlığının bilincinde, kendi kendisiyle yetinen özne” bu kurgunun metafizik temelini oluşturur. Fransız Devrimi’ne ilham veren de, bu “özgür birey” ideası idi. Aynı dine (yani, Aydınlanma jargonu ile söyleyecek olursak “aynı hurafeye”) inanmak temelinde varlık kazanmış olan “din topluluğu” yerine, özgür bireylerden kurulu, onların özgür tartışmaları ve uzlaşıları temelinde kendi kendini tayin eden bir “halk” (yani toplum) olarak özgürleşme tutkusu, Fransız burjuvazisini devrime sürükleyen tutku idi.
Ontolojik asimetri, tarihsel olarak uzun çağlar boyunca tarihsel gerçekliği bulunan cemaate karşılık, bireyin bir gerçeklik kazanıp kazanmadığı, ontolojik olarak “işte birey” diye gösterilebilecek varlıkların ortaya çıkıp çıkmadığı kuşkusundan doğuyor. Bir yanda cemaat denilen tarihsel bir gerçeklik, öbür yanda ise birey terimiyle işaret edilen bir kurgu, bir idea, bir tasavvur bulunuyor; biri gerçekleşmiş, öbürü gerçekleşimi ne zaman tamamlanacağı bilinmeyen bir ayartı olan iki şey bunlar!

Söylemsel açıdan ise, asimetri tersine dönüyor. Birey kavramının önce Orta ve Batı Avrupa’da modernliğin kurucu idealarından biri olarak ortaya çıkması ve ardından modernlikle birlikte tüm dünyada “varoluşun meşru tek formu” olarak egemenliğini dayatması sonucunda, artık “cemaat olma”nın savunulabilir bir temeli ve gerekçesi kalmadı. İnsan, birey demekti; birey olamayanlar ise anakronik bir karikatür olarak, geçmişe ait, “bu devre yakışmayan”, çağdışı varlıklar olarak “ölümü ilan edilmiş” bir varoluş formu (cemaat) ile birlikte tarih sahnesinden silinecek zavallılardı.

Bu iki kavram arasındaki gerek ontolojik gerekse söylemsel asimetri nedeniyle aslında aynı varoluş düzleminde birey olma ile cemaat olmanın yan yana, birlikte gerçekleşebilir şeyler olmadığı söylenmelidir. Biri öbürünün varlık imkanını ortadan kaldıran “var olma formları” çünkü bunlar. Oysa, tarih sahnesi bu kadar da teorik bir tutarlılık sergilemiyor. Geleneksel cemaat, modernliğin kurucu uluslarının kendisi aleyhine gelişip de “ulus”un meşruiyet tekeli tesis etmesi sonucunda, Batıda kamusal alandan gitgide çekilip “zavallı bir maneviyat” biçimine büründü; ama tüm dünyaya bakacak olursak manzara hiç de böyle değildir. XIX. yüzyılın sonuna kadar dünyanın büyük bölümünde bir cemaat hayatı hüküm sürüyordu. Modernliğin sömürgeler yoluyla ve büyük imparatorlukları önce dize getirip sonra da ortadan kaldıran “dehşet gücü” sayesinde, Batı dışında hakimiyetini ilan ettiği XX. yüzyılda ise cemaatin varlık meşruiyeti, tüm dünyada ortadan kalktı.

Modernliğin ileri karakolları olarak geleneksel dünyada kurulan yeni devletlerin en temel misyonu, cemaat hayatını yıkıma uğratmak, cemaatlerin modernlik tarafından kalemi kırılmış idam fermanını infaz etmekti. XX. yüzyılın ilk üç çeyreği, bu çerçevede “çağdışı cemaat hayatı”nın tasfiyesi, bunun yerine ulusal bir kültür inşa edilerek sosyal hayatın cemaatlerden temizlenmesi, insanların geleneksel hurafelerden kurtarılarak “özgürleştirilmeleri”, yani birey haline getirilmeleri amaçlanıyordu.

Yeryüzündeki bütün memleketlerde ahali, “biz bir ulusuz, siz bireylersiniz; bu çağda artık ne ümmet çapında büyük cemaatlere, ne de lokal cemaatçiklere yer yok! Hepimiz çağın gereklerine uyarak özgür olmak zorundayız!” nutukları ile “birey ve ulus olmak zorunluluğu ile kazanılacak bir özgürlük”e icbar edildi.

Leave a Reply

Your email address will not be published.

Comment moderation is enabled. Your comment may take some time to appear.